muncur

muncur

25 Mart 2012 Pazar

Çengelköy'de kahvaltı


Tazecik bir hava, güneşin derinizi olmasa da içinizi ısıtan sıcaklığı. Evet sonunda  bahar geldi! İstanbul artık daha keyifli ve daha davetkar. 


Yoğun bir iş haftasından sonra, uyuyabileceğim tek gün olan Pazar gününü, planladığımız Çengelköy’de kalvaltı keyfi dolayısıyla feda ettim. Yaz saati uygulamasına geçildiği için güne 1 saat kayıpla başlayacağım için bir türlü uyuyamadım ve eşimi de uyandırıp kahvaltıya doğru yol aldık. 

Havanın güzel olması motorcuları da yollara dökmüştü. Biz de atladık minik motorumuza (çok doğru bir tercih yaptığımızı Çengelköy dönüşündeki akmayan trafikte anlayacaktık) yol aldık Çengelköy merkeze doğru. 

Aracımızı park ettikten sonra Çınar Altı cafenin yanındaki Erbap Kafeterya’ya gittik. 


21 Mart 2012 Çarşamba

Izgara Tavuk Salatası

Mart ayı rejim ayı! Güneşin yüzünü göstermesi, bahar psikolojisine bürünen  kadınların aynaya bakma süresini de uzatmaya başladı. Etrafımdaki herkes daha bir bakımlı daha bir güzel. Hal böyle olunca fazlalıkları atma yarışına da girmiş durumdayız hep birlikte.

Rejim yapmayı beceremeyen ben, içimi rahatlatmak adına önceki akşam kendime ve eşime Izgara tavuk salata yaptım. Zeytinyağ sever biri olduğum için kalori açısından fakir bir menü hazırlayamadım fakat lezzet açısından yüzümde tebessümle masadan kalktım :)

Az zeytinyağ ve bol yeşillikle yaz için tavsiye edeceğim doyurucu bir yemek(salatadan yemek olur mu demeyin o kadar doyurucu ki)

19 Mart 2012 Pazartesi

Bir hafta sonu kaçamağı: Trabzon

Geçtiğimiz Cuma ben , eşim ve ailelerimiz bir hafta sonu kaçamağı yaptık ve düştük Trabzon yollarına. Anlık çılgınca verilen bir karar değildi aslında. Pegasus’un geçtiğimiz sene yaptığı kampanya bizim bu kaçamağı yapmamıza ön ayak oldu. Sayılı 10 ay çabuk geçiyormuş.


Trabzon bizi malesef sıcağıyla karşılamadı. Öyle ki tüm hafta yağışlı olan hava bizim gideceğimiz 2 günde kara dönüşüyordu. Olsun dedik Karadeniz’in beyazını da görmek lazım. Sonradan düşündüğümde  Trabzon’u  en son çocukluğumda karlar içinde gördüğümü anımsadım. Hatta yeşilin binbir tonunu görememek, aslında eşime ve ailesine gösterememek beni çok üzdü. Her şeye rağmen güzeldi!

Yağlı pide
İlk gün uçaktan iner inmez kiraladık araçları düştük yollara. Önce dedik doyuralım karınlarımızı. Sahilde Serender diye bir mekana gittik. Yağlı pidesi tamamını bitiremesem de bir harikaydı. Çorba ve kıymalı pidesi de çok iyiymiş(yiyenler öyle söyledi) Ama benim damağımda kalan ‘Burma Tatlısı’ydı.

 Bizim oralarda ‘kocakarı gerdanı’ da denir. Malesef fotoğraflayamadım, tahmin edeceğiniz gibi 2 dakika içinde midelerde yerini almıştı bile.

Karınlarımızı doyurduktan sonra hava da kararmaya başlayınca hadi dedik köydeki evimizi de bir görelim, gösterelim. Vizara köyüne doğre yola koyulduk. Yollar dar ve karlıydı. Evin çok yakınına kadar araçlarla çıkabildik. Çok az bir mesafeyi de yürümek zorunda kaldık. Terastan gördüğümüz manzara beni şaşırttı. Çünkü senelerdir yemyeşil ağaçlarla kaplı manzara şimdi çırılçıplak demesek de yarı çıplaktı. Kışın ağaçların yapraklarını döktüğü gerçeğinin Karadeniz’i kapsamayacağını düşünmüşüm herhalde :)
Trabzon Merkez
Dönüş yolunda hava iyice kararınca kalacağımız Öğretmenler Evi’ne gidelim dedik. Eşyaları bırakıp şehir merkezinde tur attıktan sonra vakit geçirmek için soğukta yapılabilecek en iyi şeyi yaparak bir alışveriş merkezine gittik.

Ertesi gün erkenden kalkıp yol alalım dedik fakat o kadar çok kar yağıyordu ki Sümela Manastırı’na çıkabilir miyiz diye etrafa sorduk. Yollar açıktır dediler. Gerçekten de girişine kadar problem yaşamadık. Ama yukarıya çıkmak için oradaki dolmuşlara binmemiz gerekti. Aslında turistik bir mekan, belediyenin o yolları da tuzlaması gerekir fakat kışın gereken önemi göstermiyorlar.

Manastır Yolu
Yukarıya manastıra çıkmak için 5-10 dakika yürünen bir yol var. Kar yağışından göz gözü görmez bir durumda tepeye vardığınızda  oturup sıcak bir şeyler içeceğimiz, dinlenebileceğiniz bir yer yok. Hayır turistik bir mekanda bunu düşünmek bu kadar zor mu?  Hem işletme para kazanır, hem insanlar iki soluk alıp ısınarak gezintilerine devam eder.
Sümela Manastırı
Neyse ki Manastırın içerisine girdiğimizde tüm o soğuğu yediğimize değdiğini hissettik. Sümela’ya bu üçüncü gelişimdi fakat ilk defa karlar içerisinde görme şansına ulaştım. Böyle bir ihtişam binlerce metre yukarıda bir dağın içine nasıl inşa edilmiş inanılır gibi değil.

Tarihin kıymetini bilmeyen halkımız yine yapmış yapacağını. Gördükçe içim acıyor, nasıl bir cahillik bu anlayamıyorum.

Çıkışta bir kaç hatıra fotoğrafının ardından objektifime üşümüş bir köpek takıldı. Öylesine sevimli ve titrek bakıyordu ki sevmek için yaklaştık fakat insanlardan nasıl zulüm gördüyse hemen kaçmaya başladı. Buruk bir şekilde geride bırakarak Uzungöl’e doğru yola çıktık.
Karlar içinde Uzungöl
Sahile doğru gittiğimizde kar yerini güneşe bıraktı. Ben de çıkardım atkıyı bereyi. Fakat Uzungöl yoluna girdiğimizde yine aynı kar manzarası. Uzungöl’e yaklaşırken arabayla çıkmakta biraz zorlandık.
Alabalık böyle sunulur
 Neyse ki yediğimiz alabalık çektiğimiz tüm zorlukları unutturdu bize. Böyle bir sunum, böyle bir tat bilmiyorum! Uzungöl’e çıkın ama alabalık yemeden dönmeyin sakın. Hayatınızın tadını kaçırmış olursunuz.
Kuymak (Muhlama)
Ne yenir? Yağlı pide, kuymak (muhlama), Akçaabat köfte, turşu kavurma, mısır ekmeği, alabalık, mevsiminde hamsi, kara lahana dolması, burma tatlısı, laz böreği (börek değil tatlıdır kendisi)

Nerelere gidilir? Bizim çok fırsatımız olmadı ama; Sümela Manastırı(Meryem Ana),   Uzungöl, Atatürk Köşkü, Trabzon Müzesi, İskender Paşa Camii, Kuştul - Hızır İlyas Manastırı, yazın Yaylalar

12 Mart 2012 Pazartesi

Van Gogh yaşıyor!

Hafta sonumu kültürel bir aktivite ile doldurmak istedim. Ne yapabilirim diye düşünürken  billboard’larda kocaman “Van Gogh Alive”afişini gördüm. Vapur keyfi yapmak da cazip gelince taktım fotoğraf makinemi boynuma, düştüm Karaköy yollarına.

Biraz yürümek istediğim için Kadıköy’den Eminönü vapuruna binerek oradan Kabataş’a doğru yol aldım. Özlemişim boğazın görüntüsünü, kokusunu.

Hava hafif yağmaya başlayınca adımlarımı hızlandırmak zorunda kaldım.

İstanbul Modern’e yaklaşırken yağmur artık göz gözü görmez şekilde yağmaya başlamıştı. Hemen kendimi içeriye atmak istedim fakat o da ne? O kadar bilet kuyruğu vardı ki dışarıya taşıyordu. Neredeyse vazgeçecektim ama bu kadar gelmişken de geri dönmek olmaz dedim. 10 dakika kadar sırada bekledikten sonra artık biletim elimdeydi.

İçeriye girdim aynı kalabalık devam.

Van Gogh ve eserleri ile ilgili kısa bilgilendirme koridorunun ardından,  resimlerinin ve kendi mektuplarından seçilen kendi cümlelerinin yayınlandığı alana girdim. Atmosfer muhteşemdi, Van Gogh’un içinde yaşadığı o bunalımlı ruh halini çalan müzikle birlikte tüm benliğimle hissettim. Öyle ki bir ara çıkıp gökyüzüne bakıp derin bir ‘offff’ çekme ihtiyacı hissettim.

Beklediğimi tam anlamıyla karşıladığını söyleyemem. Evet müzik sayesinde tamamen olayın içindeydiniz ama görsellerin de biraz daha içerisinde olmayı beklerdim.  Bir de alan çok iyi kullanılmamış. İnsanlar yerlerde oturup ekrandaki görüntüleri ve yazıları okumak zorunda kaldılar. Madem bu şekilde izlenecek bir şeyler var ona göre oturma düzeni düşünülebilirmiş.


Serginin hazırlandığı sistemden de bahsetmek istiyorum. Okuduğum ve öğrendiğim kadarıyla  ‘Sensory 4’ adlı bir sistem kullanılıyor. İleri seviye bir projektör olarak düşünebilirsiniz. Surround ses sistemiyle kullanılıyor. Bu  sayede görsel ve işitsel anlamda doyurucu bir gösteri izleyebiliyorsunuz.


Abdi İbrahim’in 100. Yılını kutlama amacıyla hazırlanan Van Gogh Alive sergisi 10 Şubat-15 Mayıs tarihleri arasında İstanbul Karaköy Antrepo’da, ardından 15 Ekim-30 Aralık tarihleri arasında Ankara Cer Modern’de ziyaret edilebilir.


Giriş yetişkinler için 15 TL, öğrenciler için 8 TL. Van Gogh’u daha yakından tanıma açısından görmenizi öneririm.

9 Mart 2012 Cuma

Evet ben de uçtum!

Bu deneyimimi paylaşmam lazım çünkü harika bir haz! Mutlaka denenmeli ve inanın korkacak hiçbir şey yok.

Bundan 4-5 sene önce Ölüdeniz’e tatile gittim. Şu anda taze anne olan iş arkadaşım Nur ile adrenaline dünden razı iki çatlak yamaç paraşütü yapmaya karar verdik. Eee ne de olsa Ölüdeniz’e gitmişken yamaç paraşütü yapmadan dönmek olmaz değil mi?

Kararımızı verdikten sonra bunu paragliding firmalarıyla paylaşmak istedik. Şu an ismini hatırlamadığım köşedeki firmayla pazarlık yaparak ertesi gün öğle vakti uçmak üzere el sıkıştık.

Sabah uyandığımda heyecanlıydım(korku anlamında değil) çünkü ayaklarım 1600 metre yüksekte boşlukta sallanacaktı! Bizi Babadağ’ın tepesine çıkaracak olan safari aracını beklemek üzere firmada soluğumuzu aldık.  Önce bize vermeleri gereken spor ayakkabı kalmadğını öğrendik (tatil yerine de terlik ve sandaletle gelmiştik) Spor ayakkabı  babadağdan yokuş aşağı paraşütü havalandırmak için koşarken gerekli bir aparattı. Tek kalan 39 numara spor ayakkabıyı ben giydim. (Aslında Nur giymişti ama ben huysuzlanınca bana verdi canım arkadaşım). Nur’un da terliklerinin altını ilkel yöntemlerle bantladık! :) olay ucuz etin yahnisine döndü anlayacağınız. Neyse beklemeye devam ederken biraz gazete okuyayım dedim. İkinci sayfayı açtığımda ne göreyim “Yamaç paraşütü yapan turist öldü”!. Şaka gibi, bir kaç dakika kalakaldım. Acaba bu bir işaret mi, aksilikler üst üste geliyor diye düşünürken aracımız geldi.

Yol boyunca keyifsizdim. “ÖLDÜ”! Hayır bari hemen öldü yazmayın, vefat etti falan diyin. Gözüme sokar gibi :) Zorlu yollar ve rampaların ardından tepeye vardık. Bizim gibi bir sürü insanı görünce rahatladım. Ardından hazırlıklar başladı.
Uçuş hazırlıkları
Önce birlikte uçacağım kişiyle tanıştım, sonra paraşüt kıyafetleri giyildi, kasklar takıldı. Birlikte havalanacağım kişi ne yapmam gerektiğini anlattı “Seninle birbirimize bağlıyız(ne romantik :P) ben koşmaya başla dediğimde koş ve hiç durma çünkü rüzgar seni durduracak, sen koşmaya devam et.”
Sıramızı beklemeyi de biliriz
Kısa eğitimin ardından o an geldi. Hazırlandık ve ben koşmaya başladım. Artık kendimi nasıl koşmaya hedeflediysem rüzgar bizi kaldırdıktan sonra hala havada koşamaya devam etmişim :) arkada kalanlar anlattı. Siz düşünün nasıl eğlence yaşatmışım insanlara.
Veee havalandık
Şimdi asıl kısmı anlatmak istiyorum: Uçuyoruz! Evet belki paraşüt desteğiyle evet belki kendi istediğim yöne değil ama havadayım ve ayaklarımın ucundan Ölüdeniz’i seyrediyorum. Evler, yollar, yatlar ufacık! Uçakta olduğun gibi bir his değil bu öyle özgür, öyle kuş gibi!
 
Tabii Özveri bu kadarla kalır mı?
 Eee dedim bu kadar mı aksiyon?
Hayır dedi istersen bazı aksiyonlar deneyebiliriz.
Evvet dedim hemen!

Sağa sola savrularak aşağı doğru uçacakmışız. Gökyüzünde 45 derece açıyla sağa sola eğildiğinizi düşünün. İçiniz gondola bindiğinizdeki o hisle doluyor. Yaklaşık 1 dakika süren küçük aksiyondan sonra devam edelim mi dedi. Bir evet daha :) bu defa teknik isimlerini bilmiyorum ama havada yine 45 derece açıyla eğilip sola doğru bilmem kaç kilometre hızla dönmeye başladık! İşte bu aksiyondu. Havada topaç gibi aşağı doğru inmeye başladık. Devam etsek kumsalı delicez o kadar :) Neyse ki o kadar sürmedi çünkü o hızla boğazım o kadar kurudu ki yanıma su almadığım için bin pişman oldum. Sonrası hafif süzülmelerle geçti vee kumsala iniş yaptık.

Yükseklik korkunuz varsa bile bir anlık cesaret, mutlaka deneyin. Kaç kez geliyoruz şu dünyaya!

8 Mart 2012 Perşembe

Her Ses Bir Nefes

Geçtiğimiz akşam, kardeşim Serhat Hayri’nin(moda fotoğrafçısı) Tayfun Çetinkaya ile birlikte Kadınlar Günü’ne özel  yaptıkları sosyal sorumluluk projesi çekimlerinin sergisine gittim. Polisan sponsorluğunda yapılan  “Her Ses Bir Nefes” projesi  kadın sorunlarına dikkat çekmeyi planlıyor. 52 ünlü kadın bu bağlamda destek amacıyla objektif karşısına geçerek poz verdi.

 Fotoğraflar 30 Mart’a kadar İstanbul Optimum Outlet, Kozzy AVM, Adana Optimum Outlet ve Ankara Optimum Outlet’te ziyaret edilebilecek. Daha sonra Türkiye’nin çeşitli illerinde sergilenmesi planlanıyor.
 Çekimlerde tüm ünlü kadınların önce yüzlerine poşet geçirildi ve “susturulmuş kadın” simgelendi. İkinci konseptte ise sessiz çığlıklarıyla “tek nefes” oldular.

Sergi açılışına geciktiğim için fazla fotoğraf çekme şansım olmadı. Gelmişken kardeşimle de bir fotoğraf çektirmeyi ihmal etmedim.

Bu arada objektif karşısına geçen ünlü kadınları kim olduklarını da belirtmek istiyorum; Açelya Akkoyun, Akasya Asıltürkmen, Aslı Omağ, Ayça İnci, Aydan Kaya, Aydilge, Ayşe Ertaş, Ayşen İnci, Bennu Yıldırımlar, Beste Bereket, Betül Arım, Betül Demir, Billur Kalkavan, Birsen Dürülü, Ceren Taçan, Deniz Özerman, Deniz Pulaş Akkartal, Didem Balçın, Didem İnselel, Didem Soydan, Dilek Yorulmaz, Duygu Yetiş, Ebru Üstüntaş, Ece Gürsel, Ece Uslu, Elif Güvendik, Emel Çölgeçen, Fatoş Kabasakal, Fulya Zenginer, Goncagül Sunar, Grup Hepsi, Gülçin Şantırcıoğlu, Gümeş Emir, İncilay Şahin, İpek Tanrıyar, Lale Cangal, Melis Sökmen, Meltem Sırtıkara, Mine Çayıroğlu, Mine Tugay, Nilbanu Engindeniz, Oya İnci, Özge Borak, Pelin Akil, Pelin Batu, Sacide Taşaner, Sedef İybar, Sevtap Ünal, Sinem Güven, Sumr u Yavrucuk, Şebnem Özinal, Şule Erden, Türkü Turan, Yasemin Hadivent, Yasemin Öztürk, Yeşim Gül, Zeliha Sunal, Zeynep Mansur.

"Her Ses Bir Nefes" sergisini 30 Mart’a kadar yukarıda belirttiğim alışveriş merkezlerinde saat 22:00’a kadar ziyaret edebilirsiniz. Sanata ve kadına  her zaman destek ;)

6 Mart 2012 Salı

Elmalı Kurabiye

Bloğumda sadece gezdiğim gördüğüm yerleri değil, lezzetli tariflerimi de paylaşacağım. Bu tarifi çocukluğumdan beri yapıyorum dersem hiç de yalan olmaz. İlk yaptığımda henüz 13 yaşındaydım. Biraz uğraştırdığı için artık çok sık yapamıyorum.Ama gözünüzü korkutmasın, sonucuna değer!



Malzemeler:
1 su bardağı Yoğurt,
1 Su bardağı sıvıyağ
200 gr. Margarin
1 paket kabartma tozu
Alabildiğine un

Elmalı harç için;
4 adet elma
1,5 su bardağı şeker
1 tatlı kaşığı tarçın
Fındık veya ceviz (İsteğe bağlı)
Üzeri için;
Pudra şekeri

  • Öncelikle bir tencereye rendelenmiş elmaları alıp üzerine şekeri ekleyin. Orta ateşte rengi değişinceye kadar pişirin. Ceviz veya fındığı ekleyin. Soğumaya alırken tarçını ekleyin.

  • Daha sonra iç harç için tüm malzemeleri derin bir kaba alarak unu yavaş yavaş ekleyin. Hamurun kıvamı kulak memesinden biraz daha koyu oluncaya kadar unu ekleyip yoğurun.

  • Hamuru 3 eşit parçaya ayırın. Ayırdığınız parçaları merdane ile yuvarlak şekilde açıp, ortasından kesmeye başlayarak aşağıdaki gibi 12 parça haline getirin.

  • Her parçaya sigara böreği gibi harcı ekleyip döndürerek rulo haline getirin. Tüm hamurlar bittikten sonra, 180 derecede ısıtılmış fırında üzerleri pembeleşinceye kadar pişirin.

    (Sıcakken servis tabağına alıp hemen üzerlerine pudra şekeri dökerseniz, şekeri daha iyi özümseyecektir.)

Afiyet olsun :)

1 Mart 2012 Perşembe

Kıbrıs sürprizi!

Eşim Ömer, ilişkimizin üçüncü yılında bir sürpriz yaparak Kıbrıs’ta 4 günlük bir tatil planı yapmış. 23 Ocak kışın tam göbeği donarız diye düşünürken Yavru Vatan bizi kavurucu olmasa da sıcağıyla karşıladı.

Kıbrıs’a ilk gidişimdi ve dizilerde, filmlerde gördüğümden bambaşka bir şehirle karşılaştık: Girne. Kasaba havasında desem yalan olmaz. Yanlış anlaşılmasın o tarzda sakin sessiz yerlere bayılırım. Sadece beklentim daha lüks bir şehirdi. Kumarhanelerin, eğlence mekanlarının olduğu. Belki de kış mevsimi diye çok ölü geldi. Zaten Kıbrıs’ın olayı kaldığın otele gideceksin ve bir daha da hiç çıkmayacaksın. Çünkü otellerin hepsinin içinde gazino var, çoğu da deniz kenarında.
Otel manzarası
 Biz Acapulco Otel’de kaldık. Genel olarak memnun kaldım, yemeklerine ise BAYILDIM! Hatta şöyle söyleyeyim sabah kalkıp “Acaba kahvaltıda ne gibi sürprizler vardır, hadi hemen gidelim” diye başlayıp. “Bugün biraz yüzelim de öğlen yemeğine yer açılsın” deyip, akşam da “tatlılardan kendimi uzak tutmak için ne yapsam” düşüncesiyle ayağa kalkıp her seferinde elim dolu şekilde dönmeyle son bulan akşam yemeklerimiz oldu. Hem de her gün!
Girne Limanı
Girne keşfedilmesi kolay, küçük bir şehir. Merkezde yapacak çok fazla bir şey bulamadık. İkinci gün keşfettiğimiz liman ve çevresi güzel. Sıcak bir havası var. İtalyan sahil kenti tadında. Etrafında bir sürü lokanta, içki içilecek bar, cafe var. İşin garip tarafı güzel balık yapan 1-2 tane lokanta var. Her tarafı denizlerle çevrili bir yerde balık ürünlerinin az olması beklentimi karşılamadı doğrusu. Bir öğleden sonra bira yanında denediğim kalamar ise yediğim en lezzetsiz kalamardı ki yiyemedim zaten. Bu arada aklıma gelmişken içki acaip ucuz. Öyle ki buradakinin yarı fiyatından bile az diyebilirim. Dönüşte valizimize biraz stok yaptık ne yalan söyleyeyim.

Trafiğin soldan akması da garipsediğimiz bir durum oldu. Her minibüse bindiğimizde hatalı sağlama yaptığımızı düşünüp panik olduk. İngiliz sömürgesinden gelen bir durum. Bir kaç yıl önce sağdan akan trafiğe geçelim demişler. Fakat 20  gün içinde o kadar çok kaza olmuş ki, bu sayı son 10 yılda yapılan toplam kaza sayısından bile fazlaymış. Dolayısıyla geri çekmişler. Alışan için çok zor adapte olmak.
Lefkoşa
Son gün gittiğimiz Lefkoşa da tamamen tarih kokan bir yer. Mardin tarzında binalar çok sayıda mevcut. Yürüyerek tüm tarihi yapıları gezebilirsiniz. Öyle ki yürürken yanlışlıkla Rum kesimine bile geçiş yapabilirsiniz. Çünkü hiç bir sınır yok. İnsanlar ellerini kollarını sallayarak diğer ülkeye geçebiliyor. Sadece girişte bir kaç polis var. Onlar da kim kimdir diye bakmıyor bile. Eğer turist gibi polis memurlarına “vizem yok pasaportla geçiş yapabilir miyim” diye sormasam muhtemelen ben de çaktırmadan geçecektim. Ama almadılar işte.

5 yıldızlı otellerde tam pansiyon sevenlerdenseniz Kuzey Kıbrıs tam size göre. Özellikle kış mevsiminde üşümeyeceğiniz bir tatil yeri. Ama sakinliği sevmiyorsanız kışın tercih etmeyin derim.